S İLE BAŞLAYAN DEYİMLER

Safe and sound: Sağ salim
She returned from her holiday safe and sound.
O, tatilden sağ salim döndü.

Save money: Para biriktirmek
I saved up some money for the coming year.
Gelecek yıl için biraz para biriktirdim.

Save one’s breath: Boş yere nefes tüketmek.
Save your breath, I am not listening to you.
Boş yere nefes tüketmeyin, sizi dinlemiyorum.

Save time: Zaman kazanmak
To save time let’s go to Ankara by plane.
Zaman kazanmak için Ankara’ya uçakla gidelim.

Save up: Tasarruf etmek, para biriktirmek
I’m saving up to buy a new car.
Yeni bir araba almak için para biriktiriyorum.

Save someone from something: Birini birşeyden kurtarmak
We save the boy from drowning.
Çocuğu boğulmaktan kurtardık.

Screw up:
1) Kısmak
2) Buruşturmak
3) Bükmek, sarmak

1- When I look at the sun I screw up my eyes.
Güneşe bakınca gözlerimi kısıyorum.
2- He screwed up his face when he saw the accident.
O, kazayı görünce yüzünü buruşturdu.
3- I screwed my sandwich up in a piece of paper.
Sandviçimi bir kâğıda sardım.

Smile to oneself: Kendi kendine gülümsemek
I smiled to myself when I remembered what she told me.
Bana söylediklerini anımsayınca kendi kendime gülümsedim.

Search for: Aramak, araştırmak
I am searching for my lost necklace.
Kaybolan kolyemi arıyorum.

Second hand: Kullanılmış, elden düşme
I bought a second hand radio.
Elden düşme bir radyo satın aldım.

Second a motion: Bir teklifi desteklemek
At the last meeting the members have seconded my motion.
Son toplantıda üyeler teklifimi desteklediler.

See about:
1) Meşgul olmak, ilgilenmek
2) Birine danışmak

1- We’ll see about the matter that he told me, tomorrow.
Bana bahsettiği konuyla yarın ilgileneceğiz.
2- See the doctor about your illness.
Hastalığınız hakkında doktora danışın.

See somebody off: Birini uğurlamak
Let’s go to Atatürk Airport to see him off.
Onu uğurlamak için Atatürk Havalimanına gidelim.

See out: Bir şeyi sonuna kadar görmek
Yesterday we saw the parade out.
Dün geçit törenini sonuna kadar gördük.

See to: icabına bakmak, halletmek, meşgul olmak
I’ll get a mechanic to see to my old car.
Eski arabamın icabına bakması için bir tamirci getireceğim.

See through: Sonuna kadar götürmek
I have to see that book through.
Bu kitabı sonuna kadar okumam gerekiyor.

Seem to be: Gibi görünmek, izlenimini vermek
The new girl in our school, seems to be quite interesting.
Okulumuzdaki yeni kız, oldukça ilginç gibi görünüyor.

Sell out:
1) Bir malın tamamını satmak
2) (Sinema, tiyatro..... v.b.) bilet veya yer kalmaması

1- We are sold out of that goods.
O malların tamamı satıldı.
2- When I went to the booking office, I saw a notice saying "Sold out."
Bilet gişesine gittiğimde "Yer yok" diye bir ilân gördüm.

Send away: Uzaklaştırmak, göndermek
Send that boy away, I don’t want to see him.
O çocuğu uzaklaştırın, görmek istemiyorum.

Send back: Geri göndermek, iade etmek
I sent his present back.
Armağanını iade ettim.

Send down: Üniversiteden atılmak, aşağı göndermek
As he failed the exam, he was sent down.
Sınavı kaybettiğinden, üniversiteden atıldı.

Send for: Birini, bir şeyi istemek, getirtmek, çağırmak
I will send for some food if you stay for lunch.
Eğer yemeğe kalırsanız, biraz yiyecek getirteceğim.

Send off: Uğurlamak, yola çıkarmak
We all went to the airport to send him off.
Onu uğurlamak için hepimiz havaalanına gittik.

Send one’s love: Sevgilerini göndermek
Send my love to your mother please.
Lütfen, annene sevgilerimi gönder.

Send out:
1) Çıkarmak, dışarıya göndermek
2) Yaymak, fışkırtmak

1- She was sent out of the classroom.
O, sınıftan dışarıya çıkarıldı.
2- The sun sends out light and heat.
Güneş ışık ve ısı gönderir.

Serve as: ....... diye kullanılmak, ....... olarak hizmet etmek
My books served as a chair.
Kitaplarım sandalye olarak kullanıldı.

Sense of humor: Mizah anlayışı
You don’t have any sense of humor.
Hiç mizah anlayışınız yok.

Sentenced to death: Ölüme mahkûm olmak
They must not sentence anybody to death.
Kimseyi ölüme mahkûm etmemeliler.

Set about: Başlamak, girişmek
I don’t know how to set about this job.
Bu işe nasıl başlayacağımı bilemiyorum.

Set apart: Ayırmak, bir tarafa koymak, tahsis etmek
I set that wine apart for special days.
O şarabı özel günlerde kullanılmak üzere ayırdım.

Set aside: Ayırmak, biriktirmek
Set aside a few minutes for aerobic every day.
Aerobik için her gün birkaç dakika ayırın.

Set back:
1) Mal olmak
2) Geri bırakmak, saati geri almak, ilerlemesini engellemek

1- How much did that hat set you back?
Bu şapka size kaça mal oldu?
2- Miss Johnson set back the success of her son many years.
Bayan Johnson oğlunun başarısının gelişmesine yıllarca engel oldu.

Set down:
1) Yerleştirmek, yere koymak, yolcuları.... v.b. indirmek
2) Yazmak, not etmek

1- We set down the passengers to the new hotel.
Yolcuları yeni otele yerleştirdik.
2- The secretary set down what I said.
Sekreter söylediklerimi not etti.

Set eyes on: Bakmak, göz dikmek
He set his eyes on her all night.
O, bütün gece gözlerini ondan ayırmadı.

Set foot in: Ayak basmak, adımını içeri atmak
He will never set foot in my house after that party.
O partiden sonra evime asla ayak basamaz

Set forth:
1) ileri sürmek, açıklamak
2) Yola çıkmak

1- He set forth his ideas briefly.
Fikirlerini kısaca açıkladı.
2- We’ll set forth on our journey later.
Yolculuğumuza sonra çıkacağız.

Set free: Salıvermek, serbest bırakmak
You must set the birds free.
Kuşları serbest bırakmalısınız.

Set in: (Kış v.b.) gelip çatmak, karanlık basmak, oluşmak
Winter has set in.
Kış geldi.

Set in order: Düzene koymak
These books should be set in order.
Bu kitaplar düzene koyulmalıydı.

Set loose: Başıboş bırakmak, serbest bırakmak
He set his parrot loose.
O papağanını serbest bıraktı.

Set off:
1) Yola çıkmak, hareket etmek
2) Oluşturmak
3) Karşılık

1- We will set off early in the morning.
Sabah erkenden yola çıkacağız.
2- The new owner of this house has set off a nice garden.
Bu evin yeni sahibi güzel bir bahçe oluşturdu.
3- His answer set our friends off laughing.
Onun cevabı arkadaşlarımızı güldürdü.

Set on:
1) Saldırmak, saldırtmak
2) Kafasına koymak, kararlı olmak

1- He had been set on by a wolf.
O, bir kurdun saldırısına uğramıştı.
2- She is set on going to England.
O, ingiltere’ye gitmeyi kafasına koymuş.

Set one’s heart (hopes, mind) on: Güçlü istek duymak, kesin kararlı olmak
She set her heart on becoming an air hostess.
O, uçak hostesi olmaya kesin karar verdi.

Set out:
1) Yola çıkmak, geziye başlamak
2) Sergilemek

1- If we don’t set out now, we will be late for the train.
Eğer yola şimdi çıkmazsak trene geç kalacağız.
2- He set out his last paintings.
O, son yaptığı tabloları sergiledi.

Set out to: ....... e koyulmak, kalkışmak, niyet edip başlamak
He set out to break the world record.
O, dünya rekorunu kırmaya kalkıştı.

Set to work: Bir işi yapmaya başlamak, işe koyulmak
Once I set to work, I have to finish it.
Bir işi yapmaya başladım mı, onu bitirmeliyim.

Set to: Yapmaya başlamak, koyulmak
I set to do my homework but I couldn’t finish it.
Ev ödevimi yapmaya başladım fakat bitiremedim.

Set up: Kurmak, yapmak, ileri sürmek
Did you set up the tent?
Çadırı kurdunuz mu?

Settle down:
1) Rahatça oturmak, ya da uzanmak
2) Yatıştırmak, sakinleştirmek
3) (Yeni bir yaşam, bir işe, evliliğe) başlayıp düzene kavuşmak, yerleşmek

1- Let me settle down first, because I am very tired.
Önce rahatça oturmama izin ver, çünkü çok yorgunum.
2- He is trying to settle his angry friend down.
O, sinirli arkadaşını yatıştırmaya çalışıyor.
3- I liked this city, let’s settle down here.
Bu kenti beğendim, buraya yerleşelim.

Settle for: Razı olmak
You have to settle for his money.
Bu paraya razı olmalısınız.

Settle in: Yeni bir eve, bir işe geçip yerleşmek
After we have settled in our new house, you can come and visit us.
Yeni evimize yerleştikten sonra gelip bizi ziyaret edebilirsiniz.

Settle on: Karara varmak, seçmek
You have to settle on what you are going to do at once.
Ne yapacağınıza bir an önce karar vermelisiniz.

Shake down: Çevresine uyum göstermek
In his new school my brother is shaking down nicely.
Erkek kardeşim yeni okuluna çok iyi uyum sağladı.

Shake hands with: El sıkışmak
When you’re introduced to somebody you must shake hands.
Biriyle tanıştırıldığınızda el sıkışmalısınız.

Shake one’s head: Bir durumu onaylamadığını baş işaretiyle belirtmek
Whenever I say something to him he just shakes his head.
Ne zaman ona bir şey söylesem onaylamadığını başıyla belirtiyor.

Shake up: Sarsıp kendine getirmek, silkmek, çalkalamak
Shake him up a little or he will fall asleep.
Biraz sarsıp kendine getirin yoksa uyuyacak.

Shame on you (him, her): Ayıp sana
Shame on you, you shouldn’t have done such bad things.
Ayıp sana, öyle kötü şeyler yapmamalıydın.

Shape up: Düzene sokmak, rayına oturtmak
I must shape up my room.
Odamı mutlaka düzene sokmalıyım.

Share out: Paylaştırmak
We always share out everything between us.
Biz her zaman her şeyi aramızda paylaşıyoruz.
 

Share with: Ortak olmak, biriyle bölüşmek
I share my room with my sister.
Odamı kızkardeşimle ortak olarak kullanıyoruz.
(Odamı kızkardeşimle bölüşüyorum.)


Shoots off: Ok gibi fırlamak
When the teacher calls him, he shoots off from his desk.
Öğretmen çağırdığı zaman sıradan ok gibi fırlıyor.

Shoot out: Dışarı fırlamak, birdenbire görünmek
When it saw the thief the dog shot out from the garden.
Hırsızı gördüğü zaman köpek bahçeden dışarı fırladı.

Shoot up:
1) Çok çabuk yükselmek (rütbece)
2) Birden büyümek, gelişmek

1- He shot up by going to war.
Savaşa katıldığı için çabuk yükseldi.
2- My brother has shot up this year.
Kardeşim bu yıl birden gelişti.

Short cut: Kestirme yol
If we take the short cut we shall get there early.
Eğer kestirme yoldan gidersek oraya erken varırız.

[Go] short of: Mahrum kalmak, darlık hissetmek
We will not go short of coal this winter.
Bu kış kömürden yana darlık hissetmeyeceğiz.

Shout down: Yuhalamak
When he said lies they shouted him down.
Yalan söylediğinde onu yuhaladılar.

Show off: Gösteriş yapmak
I don’t like him because he likes showing off.
Ondan hoşlanmıyorum çünkü gösteriş yapmayı seviyor.

Show promise: Ümit verici olmak, başarı vaadetmek
He is very clever and shows promise for his future.
Çok zekidir, geleceği için ümit veriyor.

Show up:
1) Hazır bulunmak, görünmek
2) Açığa vurmak

1- If he doesn’t show up I will go by myself.
Eğer gelmeyecek olursa, ben kendim giderim.
2- Why do you always show up people’s mistakes?
Niçin her zaman başkalarının hatalarını açığa vuruyorsunuz?

Shut away: Kimsenin göremeyeceği bir yere kapatmak
She was getting worse every day so they had to shut her away.
O, her gün daha kötüye gidiyordu, bu nedenle kimsenin göremeyeceği bir yere kapatmak zorunda kaldılar.

Shut down: Fabrika, işyeri ..... v.b.’nin kapatılması
The factory was shut down because of the strike.
Grev yüzünden fabrika kapatıldı.

Shut in: Kuşatmak, kuşatılmak
Our house is shut in by huge buildings.
Evimiz yüksek binalarla kuşatılmış durumda.
 

Shut up: Sesini kesmek, susturmak, hapsetmek
Shut up or I will hit you.
Sesini kes yoksa sana vuracağım.

Sink in: Etkilemek
His speech has sunk in to all audinence.
Konuşması bütün dinleyicileri etkiledi.

Sit back: Arkasına yaslanıp oturmak
After a hard working day I like to sit back on my chair.
Zorlu bir çalışma gününden sonra koltuğuma yaslanıp oturmayı severim.

Sit down: Oturmak
Please sit down on my right hand side.
Lütfen sağ tarafıma oturun.

Sit on:
1) Bir işi ihmal etmek
2) Üzerine oturmak

1- My private teacher has been sitting on my lessons for a week.
Özel öğretmenim bir haftadan beri derslerimi ihmal ediyor.
2- Don’t sit on the carpet because it’s wet.
Halının üzerine oturmayın, çünkü yaştır (Islaktır).
Sit out: Dışarıda oturmak, bir oyuna katılmamak
Shall we sit out in the garden?
Dışarıda bahçede oturalım mı?
Sit  tight: Yerinde sıkı oturmak
When you go into his car, remember to sit tight.
Arabasına bindiğiniz zaman yerinizde sıkı oturmayı unutmayın.

Sit up:
1) Geç vakite kadar yatmayıp oturmak
2) Ayakta durmak, yatakta doğrulup oturmak

1- I set up all night studying for my exam.
Geç vakite kadar oturup sınavım için çalıştım.
2- I am so sick that I can’t sit up.
O kadar hastayım ki ayakta duramıyorum.

Sit up straight: Dik oturmak
When you are studying sit up straight.
Çalışırken dik oturun.

Skip it: Unut, vazgeç
Don’t talk of the old days, just skip them.
Eski günlerden bahsetme, onları unut.

Slave away at: Dinlenmeden çalışmak
It’s two days he is slaving away at his new painting.
iki gündür dinlenmeden yeni tablosu üzerinde çalışıyor.

Sleep a wink: Gözünü kırpmamak, hiç uyumamak
He didn’t sleep a wink all night.
O, bütün gece gözünü kırpmadı.

Sleep like a log: Deliksiz uyumak
I slept like a log last night.
Dün gece deliksiz uyudum.

Slip into: Bir yere gizlice girmek
The thief slipped into the house.
Hırsız eve gizlice girdi.

Slip over to: Uğramak
I’ll just slip over to my father’s office.
Babamın ofisine şöyle bir uğrayacağım.

Slip of the tongue: istemeyerek ağızdan kaçırmak
I think I said rude words but it was slip of the tongue.
Galiba çok kaba kelimeler söyledim, ama istemeyerek ağzımdan kaçtı.

Slip one’s mind: Unutmak
Oh! I had to buy present but it slipped my mind entirely.
Eyvah! Hediye almalıydım, ama tamamen unuttum.

Slope about: işsiz güçsüz gezmek
Today we have in the cities many workers slopping about.
Günümüzde kentlerde birçok işçi, işsiz güçsüz dolaşıyor.

Slow down up: Yavaşlamak, yavaşlatmak, hızını almak
The workers have slowed down in our factory.
Fabrikamızda işçiler işleri yavaşlattılar.

Smell a rat: Kuşkulanmak
One of his bad habits is to smell a rat in everything.
Onun kötü huylarından biri de her şeyden kuşkulanmasıdır.

Smell like: ........ gibi kokmak
This room smells like fresh flowers.
Bu oda taze çiçek gibi kokuyor.

Smell out: Koklayarak bulmak
The hound smelt out the rabbit.
Av köpeği tavşanı koklayarak buldu.

Smile at: Gülümsemek
After the boss tells a joke please smile at him.
Patron fıkrasını anlattıktan sonra lütfen gülümseyin.

Smoke out: Kaçırmak
A boy has smoked out our hen.
Bir çocuk tavuğumuzu kaçırdı.

Snake in the grass: Hain, kalleş
I know he is a snake in the grass but he is my best friend.
Hain olduğunu biliyorum fakat o benim en iyi arkadaşım.
Sneak away: Gizlice sıvışmak
Nobody is looking, let’s sneak away.
Kimse bakmıyor, gel gizlice sıvışalım.
[Be] snowed under with: Baş kaldıramamak
My poor brother is snowed under with homeworks.
Zavallı kardeşim ev ödevlerinden başkaldıramıyor.
So called: Sözde, güya
My so called friend tries to separate me from my best friend.
Sözde arkadaşım olan o, beni en iyi arkadaşımdan ayırmaya çalışıyor.
S o far: Şu ana kadar
So far everyting went well in my new job.
Şu ana kadar yeni işimde her şey yolunda gitti.

So long: Şimdilik Allahaısmarladık
So long, see you tomorrow.
Şimdilik Allahaısmarladık, yarın görüşürüz.

Something the matter: Bir sorunu olmak
Is there something the matter with you?
Bir sorununuz mu var?

So much the better: Olursa, (yaparsa) çok daha iyi
If he brings his talking parrot, so much the better.
Eğer konuşan papağanını da getirirse çok daha iyi olur.

Sooner or later: Eninde sonunda, nasılsa
Sooner or later I will learn French.
Eninde sonunda Fransızca’yı öğreneceğim.

[Be] sorry: Özür dilemek
I am sorry! I have hurt your foot.
Özür dilerim! Ayağınızı acıttım.

[Not a] soul: Kimsecikler yok
There was not a soul in the streets after midnight.
Gece yarısından sonra sokaklarda kimsecikler yoktu.

Sort into: ....... göre ayırıp kümelendirmek
First of all, the diamonds are sorted into sizes.
Pırlantalar, önce büyüklüklerine göre ayrılıp kümelendirilirler.

Sort out:
1) Grup halinde ayırmak
2) Bir çözüm bulmak

1- Help me to sort out my books.
Kitaplarımı gruplar halinde ayırmama yardım et.
2- You have to sort that out yourself.
Ona sen kendi kendine bir çözüm bulmalısın.

Sort of: Çeşit, tür
What sort of music do you like?
Hangi tür müziği seversiniz?
(Hangi tür müzikten hoşlanırsınız?)


Speak about: Bir şey hakkında konuşmak
Did you speak to him about the job?
Yapacağı iş hakkında onunla konuştunuz mu?

Speak for somebody: Adına konuşmak
Why are you speaking for your friend?
Niçin arkadaşın adına konuşuyorsun?

Speak of: Söz etmek
My problem is not so important, actually nothing to speak of.
Problemim o kadar önemli değil, aslında söz edilecek tarafı bile yok.

Speak out: Açıkça konuşmak
Speak out to her.
Onunla açıkça konuş.

Speak the truth: Gerçeği söylemek
You must always speak the truth.
Her zaman gerçeği söylemelisiniz.

Speak to: Birine hitaben konuşmak
Are you speaking to me?
Bana bir şey mi söylüyorsunuz?

Speak up: Sesini yükselterek konuşmak
Speak up please!
Lütfen sesinizi yükselterek konuşun!

Spare one’s life: Hayatını bağışlamak
The judge spared the man’s life.
Yargıç adamın hayatını bağışladı.

Spend vacation holiday: Tatilini geçirmek
I spent my vacation in Antalya last year.
Geçen yıl tatilimi Antalya’da geçirdim.

Spend money: Para harcamak
She spends all her money on clothes.
O, bütün parasını giyeceğe harcıyor.

Spend time: Vakit geçirmek
She spends so much time in brushing her hair.
Saçlarını taramak için çok zaman harcıyor.

Spread out: Açıp yaymak, sergilemek
Before you start painting, spread out the newspaper.
Boyamaya başlamadan önce yere gazeteyi açıp yayın.

Stall for time: Oyalanmak, oyalamak
Stop stalling and do your homework.
Oyalanmayı bırak ve ev ödevini yap.

Stand a chance: Şansı bulunmak
He does not stand a chance of winning this race.
Onun, bu yarışı kazanması için hiç şansı yok.

Stand aside: Kenara çekilmek
Stand aside or you will have an accident.
Kenara çekil yoksa başına bir kaza gelecek.
Stand back: Geri çekilmek
If you don’t stand back, you will fall into the sea.
Eğer geri çekilmezseniz, denize düşeceksiniz.

Stand by:
1) Hazır durumda beklemek
2) Yardım etmek

1- The cars were standing by for the green signal.
Arabalar yeşil ışık için hazır durumda bekliyorlardı.
2- In case of an emergency the doctors stand by.
Doktorlar acil durum halinde yardım ederler.

Stand for:
1) Hoşgörülü olmak
2) Temsil etmek

1- I can’t stand for him anymore.
Ona daha fazla hoşgörülü olamam.
2- I stand for the students in our school.
Okulumuzdaki öğrencileri temsil ediyorum.
Stand in for: Yerini almak
As he is ill I have to stand in for him.
O, hasta olduğu için onun yerini almalıyım.
Stand on one’s feet: Başkasının yardımı olmaksızın iş görmek
She has stood on her feet all the time.
O, her zaman başkasının yardımı olmaksızın işini görmüştür.
Stand out: Üstün nitelikli olmak, göze çarpmak
Does my writing stand out from the others?
Yazım ötekilerinin arasında kolaylıkla farkediliyor mu?
Stand over: Gözetmek, başında durmak
If I don’t stand over him, he will do something wrong.
Eğer onu gözetmezsen yanlış bir şey yapabilir.
Sta nd up: Ayağa kalk
I had to stand up to see front of me.
Önümdekini görmek için ayağa kalkmak zorunda kaldım.

Stand up for: Desteklemek, savunmak
You have to stand up for your ideas.
Fikirlerinizi savunmalısınız.

Stand with:iyi ilişkiler kurmak
How do you stand with such a person?
Böyle bir insanla nasıl iyi ilişkiler kurabiliyorsunuz?

Stand in line: Sırada beklemek
I had to stand in line for two hours to buy a bread.
Ekmek almak için iki saat sıra beklemek zorunda kaldım.

Stand still: Hareketsiz durmak
Stand still or I can’t take your photograph.
Hareketsiz durun, yoksa resminizi çekemem.

Start back: Geri dönmek üzere yola çıkmak
It’s getting dark, it’s time we started back.
Hava kararıyor, geri dönmek üzere yola çıkmanın zamanı geldi.

Start for: işe başından başlamak
We’ll start off with some maths problems.
Bazı matematik problemleride işe başlayacağız.

Start up: Çalışmaya başlatmak
Start up the car, I will come in a minute.
Sen arabayı çalıştır, bir dakikada geliyorum.

Start with:
1) Öncelikle
2) işin başında

1- To start with, we haven’t enought money.
Öncelikle, yeterli paramız yok.
2- I had only five books to start with.
işin başında sadece beş kitabım vardı.

Stay away: Uzak durmak
Stay away from the fire or you will get burned.
Ateşten uzak durun, yoksa yanacaksınız.
Stay for: Bir yerde kalmak, gitmemek
Why don’t you stay for the breakfast?
Niçin kahvaltıya kalmıyorsunuz?
Stay in (stay at home): Evde oturmak
As you are ill you must stay in.
Hasta olduğunuz için evde oturmalısınız.
St ay out: Dışarıda kalmak, eve gelmemek
I shall stay out tonight.
Bu akşam eve gelmeyeceğim.

Stay up: Geç vakitlere kadar oturup beklemek, yatmamak
I stayed up late reading my book.
Geç saatlere kadar oturup kitabımı okudum.

Step aside: Bir kenara çekilmek
Step aside so they can come in.
Bir kenarda çekil ki içeri girebilsinler.

Step backward (forward): Adım atmak (geri ya da ileri)
As I was so scared I stepped backwards.
O kadar çok korktum ki, geriye doğru bir adım attım.

Step in: içeri girmek
Don’t just stand there, step in.
Orada öyle durmayın, içeri girin.

Step on: Hızlanmak
Step on it so we can catch them.
Çabuk ol ki onlara yetişelim. (Hızlan ki onlara yetişelim.)

Step out: Çıkmak, adımlarını açmak
My father stepped out of the train.
Babam trenden indi.

Step by step: Yavaş yavaş, adım adım
Step by step I learned French.
Fransızca’yı yavaş yavaş öğrendim.

Straight ahead: Dosdoğru
Go straight ahead then you will find the school.
Dosdoğru giderseniz okulu bulacaksınız.

Stick around: Bir yere gitmemek
Stick around a little while I’m sure he will come.
Biraz daha bir yere gitmeyin, geleceğinden eminim.

Stick close: Yakınında bulunmak
Stick close to me or you’ll get lost.
Yakınımda bulunun yoksa kaybolursunuz.

Stick in (into): Saplamak
The knife stuck in the apple.
Bıçak elmaya saplandı.

Stick it on: Çok yüksek fiyat koymak, çok pahalıya satmak, hesaba ilaveler yapmak
All the shops stick it on in summer season.
Yaz mevsiminde bütün dükkânlar çok yüksek fiyatlar koyuyorlar.

Stick to: Bağlı kalmak, devam etmek
When you are talking stick to the subject.
Konuşurken konuya bağlı kalın.

Stick together: Dayanışma göstermek
In worse time like this we must stick together.
Böyle kötü günlerde dayanışma göstermeliyiz.

Stick with: Sadık kalmak, desteklemek
We must stick with him till the end.
Sonuna kadar onu desteklemeliyiz.

Stir up: Karıştırmak, kışkırtmak
He always tries to stir up something.
O, devamlı olarak birşeyleri karıştırmaya çalışıyor.

Stone deaf: Tam sağır, duvar gibi sağır
Don’t shout at me I am not stone deaf.
Bana bağırmayın sağır değilim.

Succeed in: Başarmak
I have succeeded in my exams.
Sınavlarda başarılı oldum.

Suffer from: ........ den, ....... dan rahatsız olmak
I suffered from headache very much.
Başağrısından çok çektim.

Sum up: Özetlemek, toparlamak
Can you sum up what you have said?
Söylediklerinizi özetleyebilir misiniz?

Sure enough: Tabii, söylediği gibi
He said I was going to fall, sure enough I did.
O, düşeceğimi söyledi, söylediği gibi de düştüm.
 

Swear on: Üzerine yemin etmek
He swore on the Koran.
O, Kur’ân üzerine yemin etti.

Swear off: Tövbe etmek
I swore off smoking.
Sigara içmeye tövbe ettim.

Sweep away: Silip süpürmek
The children swept away all the pastries.
Çocuklar bütün pastaları silip süpürdüler.
 

Swithch on: Açmak
Swithch on the T.V.
Televizyonu açın.

Switch off: Kapatmak
Switch off the lights.
Lambaları söndürün (kapatın).

Yorumlar

Popüler Yayınlar