P İLE BAŞLAYAN DEYİMLER
Pass away:
1) Ölmek
2) Bir şeyin son bulması
1- He passed away last year.
O, geçen yıl öldü.
2- Since my exam has passed away, I am more comfortable.
Sınavım bittiğinden beri çok rahatım.
Pass by: Yanından geçmek, geçip gitmek
I passed by your new school yesterday.
Dün sizin yeni okulun yanından geçtim.
Pass around: Elden ele geçirmek
Pass around your new picture.
Yeni resminizi elden ele geçirin.
Participate in: Katılmak
I am going to participate in your basketball team.
Sizin basketbol takımına katılacağım.
Pain in the neck: Kötü, berbat
As a boss he is a pain in the neck.
O, patron olarak berbattır.
Pack of lies: Bir sürü yalan
All he does is to tell pack of lies.
Bütün yaptığı bir sürü yalan söylemek.
Pass out: Bayılmak
She passed out because of heat.
Sıcaktan dolayı bayıldı.
Pass something: Bir şeyi yanındakine vermek
Will you please pass the butter?
Lütfen tereyağını uzatır mısınız?
Pass the time: Vakit geçirmek, oyalanmak
We played cards to pass the time.
Vakit geçirmek için kâğıt oynadık.
Pass through: Gelip geçmek, içinden geçmek, içinden geçirmek
We passed through a beautiful seaside on our way to Antalya.
Antalya’ya giderken çok güzel bir deniz kıyısından geçtik.
Pay attention to:
1) Özen göstermek, dikkat etmek
2) Kulak vermek
1- You must pay attention to your work.
işinize özen göstermelisiniz.
2- You must pay attention to what teachers say.
Öğretmenlerin dediklerine kulak vermelisiniz.
Pay back: Borcunu ödemek, geri vermek
I have to pay back his money.
Parasını geri vermeliyim.
Pay for:
1) Bedelini ödemek
2) Karşılığını vermek
1- How much did you pay for the dress?
Elbise için ne kadar ödediniz?
2- He has to pay for what he has done.
O, yaptıklarının karşılığını vermeli.
Pay out: Masraf etmek
I have paid out a lot of money for this holiday.
Bu tatil için çok para harcadım.
Peel off: Soyunmak
He peeled off his jacket as the weather was very hot.
O, hava çok sıcak olduğundan ceketini çıkardı.
Pick at:
1) Seçmek (yemek), iştahsız olmak
2) Kusur bulmak
1- She is picking at her food.
O, iştahsız yemek yiyor.
2- He always searchs for something to pick at.
O, sürekli kusur bulacak birşeyler arıyor.
Pick on: Hoşlanılmayan bir kişiyi hırpalamak
Big boys always pick on small boys.
Büyük çocuklar devamlı küçük çocukları hırpalarlar.
Pick out: Seçmek
You can pick out any book you like.
istediğiniz kitabı seçebilirsiniz.
Pick over: Birer birer inceleyip iyilerini ayırmak (meyve v.b. için)
You can’t pick over eggs.
Yumurtaları inceleyip iyilerini ayıramazsınız.
Pick up:
1) Almak, toplamak, yerden almak
2) Bir kimseyi yoldan almak
3) Öğrenmek, kapmak, kazanmak
4) Yakalamak
1- I picked up the magazines he scattered over the floor.
Yere saçtığı dergileri topladım.
2- Pick me up at six o’clock, please.
Lütfen beni saat altıda alın.
3- He picked up french very rapidly.
O, Fransızca’yı çok çabuk kaptı (öğrendi).
4- He picked up his plane at the last moment.
O, son anda uçağını yakaladı.
Pig headed: inatçı, dik kafalı
David is the most pig headed student in our school.
David, okulumuzdaki en inatçı öğrencidir.
Pigeon chested: Çıkık göğüslü
This singer is a real pigeon chested girl.
Bu şarkıcı gerçekten çıkık göğüslü bir kız.
Pitch on: Düşmek
He pitched on his head.
O, kafa üstü düştü.
Pitch and toss: Yazı mı tura mı oyunu
When he can’t make a decision he has recourse to pitch and toss.
Bir karara varmadığı zaman yazı mı tura mı oyununa başvurur.
Play away:
1) Oynamak
2) Kumarda kaybetmek
1- They are playing away tomorrow.
Yarın karşı tarafın sahasında oynayacaklar.
2- He played away all his fortune.
O, kumarda bütün servetini kaybetti.
Play a joke on: Şaka yapmak
On first of April we must play a joke on him.
Bir nisanda ona mutlaka bir şaka yapmalıyız.
Play up: Yaranmak
Most of the time she tries to play up to her teacher.
Çoğu zaman öğretmenine yaranmaya çalışıyor.
Play with fire: Ateşle oynamak, tehlikeli bir işe karışmak
Be careful with your job! You are playing with fire.
işinde dikkatli ol! Ateşle oynuyorsun.
(Dikkatli ol, tehlikeli bir işe karışıyorsun.)
Plenty of: Çok sayıda, sayısız, çok miktarda
There are plenty of eggs in the poultry-house today.
Bugün kümeste çok sayıda yumurta var.
Point at (to): işaret etmek
She pointed at a boy and said “That’s my brother George.”
O, bir çocuğu gösterdi ve “O” benim kardeşim George” dedi.
Point of view: Görüş, fikir
What is your point of view about the drugs?
Uyuşturucular hakkında fikriniz nedir?
Poke one’s nose into something: Birinin işine burnunu sokmak
Don’t poke your nose into everyting.
Her işe burnunuzu sokmayın.
Poke about: Kurcalamak, karıştırmak
Children like to poke about their new toys.
Çocuklar yeni oyuncaklarını kurcalamayı severler.
Pop in: Aniden ziyaret etmek, girivermek
I usually pop in to my father’s office.
Genellikle babamın ofisini aniden ziyaret ederim.
Pop off: (Argoda) nalları dikmek
I don’t intend to pop off yet.
Henüz nalları dikmeye niyetim yok.
Polish off: Silip süpürmek
He is so greedy that he polishes off everything that is on the table.
O, kadar açgözlü ki masada bulunan her şeyi silip süpürüyor.
Prevent somebody from doing something: Engel olmak, önlemek
No one can prevent him from doing his homework.
Ödevini yapmasına hiç kimse engel olamaz.
Pride of: Övünç kaynağı
He is pride of our family.
O, ailemizin övünç kaynağıdır.
[Be] proud of someone: Biriyle övünmek
I’m proud of my father.
Babamla övünüyorum.
Pull away: Çekmek, uzaklaşmak, uzaklaştırmak
Pull your hand away from that vase, you may break it.
O vazodan elinizi çekin, onu kırabilirsiniz.
Pull back: Çekilmek, geri çekmek, uzaklaştırmak
Pull that child back from the edge of sea.
O çocuğu deniz kenarından uzaklaştırın.
Pull down: Eski yapıyı yıkmak, indirmek
I’ll not let you to pull down this beautiful old house.
Bu güzel eski evi yıkmanıza izin vermeyeceğim.
Pull out: Çekip çıkarmak
She pulled out a handful of shells from her pocket.
O, cebinden bir avuç dolusu midye kabuğu çıkardı.
Pull over: Bir taşıtı yolun kenarına çekmek
The man in the car behind me kept shouting “pull over, pull over!”
Arkamdaki arabanın içindeki adam devamlı “arabanı kenara çek, arabanı kenara çek!” diye bağırıyordu.
Pull through: Kendine gelmek, (hasta için) iyileşmek, birini fena durumdan kurtarmak
I have to pull through myself.
Kendime gelmeliyim.
Pull together: işbirliği yapmak, el birliği ile çalışmak
If we all pull together, we will win.
Eğer hepimiz işbirliği yaparsak, kazanırız.
Pull one’s leg: Şaka yapmak (işletmek)
I hate somebody’s pulling my leg.
Birinin beni işletmesinden nefret ederim.
Pull up: Yukarı çekmek, kaldırmak, sökmek
Pull up a chair and bring it here!
Bir sandalye çek ve buraya getir!
Pull up short: Aniden durmak
He pulled up short when the cat ran into the street.
Kedi birden caddeye fırlayınca, o aniden durdu (fren yaptı).
Push around:itilip kakılmak, emir altında tutulmak
I’m not going to be pushed around anymore.
Bundan böyle itilip kakılmayacağım.
Push back: itip geri vermek, reddetmek
She pushed back the present I gave to her.
Ona verdiğim armağanı reddetti.
Push down: Zorla yutturmak, sıkıştırmak
I have to push the medicine down even though she doesn’t like
medicine.
ilacı sevmediği halde, ilacı ona zorla yutturmak zorundayım.
Push in: Bastırmak, sıkıştırmak
The stadium was so crowded, everyone was pushing me in.
Stadyum o kadar kalabalıktı ki herkes beni sıkıştırıyordu.
Push off: Terketmek, uzaklaşmak, uzaklaştırmak
I don’t like him, can you tell him to push off?
Ondan hoşlanmıyorum, kendisine buradan uzaklaşmasını söyler misiniz?
Push open: iterek açmak
He tried to push open the door but it was locked.
O, kapıyı iterek açmaya çalıştı, fakat kapı kilitliydi.
Push on: Devam etmek, ileri sürmek
He must push on with his work and finish it.
O, işine devam etmeli ve bitirmeli.
Push over: Düşürmek
In this game you have to push over the cards by using your hands.
Bu oyunda ellerinizi kullanarak kâğıtları düşürmeniz gerekiyor.
Put an end to: Bitirmek, son vermek
We must put an end to this affair.
Bu ilişkiyi artık bitirmeliyiz.
Put across: Bir fikir anlatmak
You must put your ideas across so I can understand you.
Fikirlerinizi anlatmalısınız ki sizi anlayabileyim.
Put aside: Biriktirmek, bir kenara koymak
I can lend you the money I have put aside.
Biriktirdiğim parayı size verebilirim.
Put away: Bir şeyi bir yerden kaldırıp başka yere koymak, biriktirmek
If you have finished, can you put them away?
Eğer işinizi bitirdiyseniz, onları bir kenara koyar mısınız?
Put back: Yerine iade etmek, saati geri almak
Put that back, it is mine.
Onu yerine koy, o benim.
Put down:
1) Yere koymak, bırakmak
2) Yazmak
1- You can put down my suitcase now.
Şimdi valizimi yere koyabilirsiniz.
2- He puts down all information he gets from people.
O, bütün aldığı bilgileri yazıya döküyor.
Put forward: Bir öneride, bir teklifte bulunmak, sunmak, ilerletmek
The new plan you put forward was excellent.
Ortaya attığınız yeni plan harikaydı.
Put in:
1) Girmek
2) içeri sokmak, koymak
1- Our car was put in a garage for repair.
Arabamız tamir için bir garaja girdi.
2- She put her hand in through the hole to get the honey.
O, balı almak için elini boşluktan içeri soktu.
Put into practice: Uygulamaya koymak
We must put your ideas into practice.
Fikirlerinizi uygulamaya koymalıyız.
Put off:
1) Ertelemek
2) Geçiştirmek, atlatmak, çıkartmak
1- He put off getting married.
O, evlenmeyi erteledi.
2- She tried to put me off with telling lies.
O, yalan söyleyerek beni atlatmaya çalıştı.
Put on: Giyinmek, giymek, eklemek
Put your sweater on, it’s cold.
Hava soğuk kazağınızı giyin.
Put one’s finger on: Tam üzerine basmak
Ah! You’ve put your finger on it; that’s what I was trying to tell you.
Ah! Tam üzerine bastınız; benim de size söylemek istediğim işte buydu.
Put on one side: Bir tarafa bırakmak, bir kenara yığmak
Let’s put these things on one side if we want to paint the room.
Odayı boyamak istiyorsak şu eşyaları bir kenara yığalım.
Put on the brakes: Fren yapmak
All of a sudden he put on the brakes.
Birdenbire fren yaptı.
Put on weight: Şişmanlamak, kilo almak
You have put on weight lately.
Son günlerde şişmanladınız.
Put out:
1) Dışarı koymak, çıkarmak
2) Söndürmek (ışık, ateş, yangın)
3) Üzmek, darıltmak, yanıltmak
1- Teachers put out from class the naughty students.
Öğretmenler, yaramaz öğrencileri sınıftan dışarı çıkarırlar.
2- Put out the lights.
Işıkları söndürün.
3- He was very much put out by the loss of his wallet.
O, cüzdanının kaybolmasına çok üzüldü.
Put before: Konuyu birine açmak, birinin önüne sermek
Put your problem before your father clearly.
Konuyu açıkça babanızın bilgisine sunun.
Put through: Bir işi yerine getirmek, neticelendirmek
If you can put through this business then you’ll get promotion.
Eğer bu ticari işlemi yerine getirirseniz terfi edeceksiniz.
Put together: Bir araya getirmek, birleştirmek, bitiştirmek, çatmak
He put together the pieces of my radio.
O, radyomun parçalarını biraraya getirdi.
Put up with: Katlanmak, tahammül etmek
I can’t put up with you anymore.
Size daha fazla katlanamayacağım.
Put up:
1) Kaldırmak, yukarıya koymak
2) Arttırmak
3) Dikmek, kurmak, inşa etmek
4) Adaylığını koymak, aday göstermek, aday olmak
1- Put up your hands.
Ellerinizi yukarıya kaldırın.
2- They always put the prices up.
Fiyatları devamlı arttırıyorlar.
3- They put up new houses.
Yeni evler inşa ettiler.
4- He put up for the new election.
O, yeni seçim için adaylığını koydu.
1) Ölmek
2) Bir şeyin son bulması
1- He passed away last year.
O, geçen yıl öldü.
2- Since my exam has passed away, I am more comfortable.
Sınavım bittiğinden beri çok rahatım.
Pass by: Yanından geçmek, geçip gitmek
I passed by your new school yesterday.
Dün sizin yeni okulun yanından geçtim.
Pass around: Elden ele geçirmek
Pass around your new picture.
Yeni resminizi elden ele geçirin.
Participate in: Katılmak
I am going to participate in your basketball team.
Sizin basketbol takımına katılacağım.
Pain in the neck: Kötü, berbat
As a boss he is a pain in the neck.
O, patron olarak berbattır.
Pack of lies: Bir sürü yalan
All he does is to tell pack of lies.
Bütün yaptığı bir sürü yalan söylemek.
Pass out: Bayılmak
She passed out because of heat.
Sıcaktan dolayı bayıldı.
Pass something: Bir şeyi yanındakine vermek
Will you please pass the butter?
Lütfen tereyağını uzatır mısınız?
Pass the time: Vakit geçirmek, oyalanmak
We played cards to pass the time.
Vakit geçirmek için kâğıt oynadık.
Pass through: Gelip geçmek, içinden geçmek, içinden geçirmek
We passed through a beautiful seaside on our way to Antalya.
Antalya’ya giderken çok güzel bir deniz kıyısından geçtik.
Pay attention to:
1) Özen göstermek, dikkat etmek
2) Kulak vermek
1- You must pay attention to your work.
işinize özen göstermelisiniz.
2- You must pay attention to what teachers say.
Öğretmenlerin dediklerine kulak vermelisiniz.
Pay back: Borcunu ödemek, geri vermek
I have to pay back his money.
Parasını geri vermeliyim.
Pay for:
1) Bedelini ödemek
2) Karşılığını vermek
1- How much did you pay for the dress?
Elbise için ne kadar ödediniz?
2- He has to pay for what he has done.
O, yaptıklarının karşılığını vermeli.
Pay out: Masraf etmek
I have paid out a lot of money for this holiday.
Bu tatil için çok para harcadım.
Peel off: Soyunmak
He peeled off his jacket as the weather was very hot.
O, hava çok sıcak olduğundan ceketini çıkardı.
Pick at:
1) Seçmek (yemek), iştahsız olmak
2) Kusur bulmak
1- She is picking at her food.
O, iştahsız yemek yiyor.
2- He always searchs for something to pick at.
O, sürekli kusur bulacak birşeyler arıyor.
Pick on: Hoşlanılmayan bir kişiyi hırpalamak
Big boys always pick on small boys.
Büyük çocuklar devamlı küçük çocukları hırpalarlar.
Pick out: Seçmek
You can pick out any book you like.
istediğiniz kitabı seçebilirsiniz.
Pick over: Birer birer inceleyip iyilerini ayırmak (meyve v.b. için)
You can’t pick over eggs.
Yumurtaları inceleyip iyilerini ayıramazsınız.
Pick up:
1) Almak, toplamak, yerden almak
2) Bir kimseyi yoldan almak
3) Öğrenmek, kapmak, kazanmak
4) Yakalamak
1- I picked up the magazines he scattered over the floor.
Yere saçtığı dergileri topladım.
2- Pick me up at six o’clock, please.
Lütfen beni saat altıda alın.
3- He picked up french very rapidly.
O, Fransızca’yı çok çabuk kaptı (öğrendi).
4- He picked up his plane at the last moment.
O, son anda uçağını yakaladı.
Pig headed: inatçı, dik kafalı
David is the most pig headed student in our school.
David, okulumuzdaki en inatçı öğrencidir.
Pigeon chested: Çıkık göğüslü
This singer is a real pigeon chested girl.
Bu şarkıcı gerçekten çıkık göğüslü bir kız.
Pitch on: Düşmek
He pitched on his head.
O, kafa üstü düştü.
Pitch and toss: Yazı mı tura mı oyunu
When he can’t make a decision he has recourse to pitch and toss.
Bir karara varmadığı zaman yazı mı tura mı oyununa başvurur.
Play away:
1) Oynamak
2) Kumarda kaybetmek
1- They are playing away tomorrow.
Yarın karşı tarafın sahasında oynayacaklar.
2- He played away all his fortune.
O, kumarda bütün servetini kaybetti.
Play a joke on: Şaka yapmak
On first of April we must play a joke on him.
Bir nisanda ona mutlaka bir şaka yapmalıyız.
Play up: Yaranmak
Most of the time she tries to play up to her teacher.
Çoğu zaman öğretmenine yaranmaya çalışıyor.
Play with fire: Ateşle oynamak, tehlikeli bir işe karışmak
Be careful with your job! You are playing with fire.
işinde dikkatli ol! Ateşle oynuyorsun.
(Dikkatli ol, tehlikeli bir işe karışıyorsun.)
Plenty of: Çok sayıda, sayısız, çok miktarda
There are plenty of eggs in the poultry-house today.
Bugün kümeste çok sayıda yumurta var.
Point at (to): işaret etmek
She pointed at a boy and said “That’s my brother George.”
O, bir çocuğu gösterdi ve “O” benim kardeşim George” dedi.
Point of view: Görüş, fikir
What is your point of view about the drugs?
Uyuşturucular hakkında fikriniz nedir?
Poke one’s nose into something: Birinin işine burnunu sokmak
Don’t poke your nose into everyting.
Her işe burnunuzu sokmayın.
Poke about: Kurcalamak, karıştırmak
Children like to poke about their new toys.
Çocuklar yeni oyuncaklarını kurcalamayı severler.
Pop in: Aniden ziyaret etmek, girivermek
I usually pop in to my father’s office.
Genellikle babamın ofisini aniden ziyaret ederim.
Pop off: (Argoda) nalları dikmek
I don’t intend to pop off yet.
Henüz nalları dikmeye niyetim yok.
Polish off: Silip süpürmek
He is so greedy that he polishes off everything that is on the table.
O, kadar açgözlü ki masada bulunan her şeyi silip süpürüyor.
Prevent somebody from doing something: Engel olmak, önlemek
No one can prevent him from doing his homework.
Ödevini yapmasına hiç kimse engel olamaz.
Pride of: Övünç kaynağı
He is pride of our family.
O, ailemizin övünç kaynağıdır.
[Be] proud of someone: Biriyle övünmek
I’m proud of my father.
Babamla övünüyorum.
Pull away: Çekmek, uzaklaşmak, uzaklaştırmak
Pull your hand away from that vase, you may break it.
O vazodan elinizi çekin, onu kırabilirsiniz.
Pull back: Çekilmek, geri çekmek, uzaklaştırmak
Pull that child back from the edge of sea.
O çocuğu deniz kenarından uzaklaştırın.
Pull down: Eski yapıyı yıkmak, indirmek
I’ll not let you to pull down this beautiful old house.
Bu güzel eski evi yıkmanıza izin vermeyeceğim.
Pull out: Çekip çıkarmak
She pulled out a handful of shells from her pocket.
O, cebinden bir avuç dolusu midye kabuğu çıkardı.
Pull over: Bir taşıtı yolun kenarına çekmek
The man in the car behind me kept shouting “pull over, pull over!”
Arkamdaki arabanın içindeki adam devamlı “arabanı kenara çek, arabanı kenara çek!” diye bağırıyordu.
Pull through: Kendine gelmek, (hasta için) iyileşmek, birini fena durumdan kurtarmak
I have to pull through myself.
Kendime gelmeliyim.
Pull together: işbirliği yapmak, el birliği ile çalışmak
If we all pull together, we will win.
Eğer hepimiz işbirliği yaparsak, kazanırız.
Pull one’s leg: Şaka yapmak (işletmek)
I hate somebody’s pulling my leg.
Birinin beni işletmesinden nefret ederim.
Pull up: Yukarı çekmek, kaldırmak, sökmek
Pull up a chair and bring it here!
Bir sandalye çek ve buraya getir!
Pull up short: Aniden durmak
He pulled up short when the cat ran into the street.
Kedi birden caddeye fırlayınca, o aniden durdu (fren yaptı).
Push around:itilip kakılmak, emir altında tutulmak
I’m not going to be pushed around anymore.
Bundan böyle itilip kakılmayacağım.
Push back: itip geri vermek, reddetmek
She pushed back the present I gave to her.
Ona verdiğim armağanı reddetti.
Push down: Zorla yutturmak, sıkıştırmak
I have to push the medicine down even though she doesn’t like
medicine.
ilacı sevmediği halde, ilacı ona zorla yutturmak zorundayım.
Push in: Bastırmak, sıkıştırmak
The stadium was so crowded, everyone was pushing me in.
Stadyum o kadar kalabalıktı ki herkes beni sıkıştırıyordu.
Push off: Terketmek, uzaklaşmak, uzaklaştırmak
I don’t like him, can you tell him to push off?
Ondan hoşlanmıyorum, kendisine buradan uzaklaşmasını söyler misiniz?
Push open: iterek açmak
He tried to push open the door but it was locked.
O, kapıyı iterek açmaya çalıştı, fakat kapı kilitliydi.
Push on: Devam etmek, ileri sürmek
He must push on with his work and finish it.
O, işine devam etmeli ve bitirmeli.
Push over: Düşürmek
In this game you have to push over the cards by using your hands.
Bu oyunda ellerinizi kullanarak kâğıtları düşürmeniz gerekiyor.
Put an end to: Bitirmek, son vermek
We must put an end to this affair.
Bu ilişkiyi artık bitirmeliyiz.
Put across: Bir fikir anlatmak
You must put your ideas across so I can understand you.
Fikirlerinizi anlatmalısınız ki sizi anlayabileyim.
Put aside: Biriktirmek, bir kenara koymak
I can lend you the money I have put aside.
Biriktirdiğim parayı size verebilirim.
Put away: Bir şeyi bir yerden kaldırıp başka yere koymak, biriktirmek
If you have finished, can you put them away?
Eğer işinizi bitirdiyseniz, onları bir kenara koyar mısınız?
Put back: Yerine iade etmek, saati geri almak
Put that back, it is mine.
Onu yerine koy, o benim.
Put down:
1) Yere koymak, bırakmak
2) Yazmak
1- You can put down my suitcase now.
Şimdi valizimi yere koyabilirsiniz.
2- He puts down all information he gets from people.
O, bütün aldığı bilgileri yazıya döküyor.
Put forward: Bir öneride, bir teklifte bulunmak, sunmak, ilerletmek
The new plan you put forward was excellent.
Ortaya attığınız yeni plan harikaydı.
Put in:
1) Girmek
2) içeri sokmak, koymak
1- Our car was put in a garage for repair.
Arabamız tamir için bir garaja girdi.
2- She put her hand in through the hole to get the honey.
O, balı almak için elini boşluktan içeri soktu.
Put into practice: Uygulamaya koymak
We must put your ideas into practice.
Fikirlerinizi uygulamaya koymalıyız.
Put off:
1) Ertelemek
2) Geçiştirmek, atlatmak, çıkartmak
1- He put off getting married.
O, evlenmeyi erteledi.
2- She tried to put me off with telling lies.
O, yalan söyleyerek beni atlatmaya çalıştı.
Put on: Giyinmek, giymek, eklemek
Put your sweater on, it’s cold.
Hava soğuk kazağınızı giyin.
Put one’s finger on: Tam üzerine basmak
Ah! You’ve put your finger on it; that’s what I was trying to tell you.
Ah! Tam üzerine bastınız; benim de size söylemek istediğim işte buydu.
Put on one side: Bir tarafa bırakmak, bir kenara yığmak
Let’s put these things on one side if we want to paint the room.
Odayı boyamak istiyorsak şu eşyaları bir kenara yığalım.
Put on the brakes: Fren yapmak
All of a sudden he put on the brakes.
Birdenbire fren yaptı.
Put on weight: Şişmanlamak, kilo almak
You have put on weight lately.
Son günlerde şişmanladınız.
Put out:
1) Dışarı koymak, çıkarmak
2) Söndürmek (ışık, ateş, yangın)
3) Üzmek, darıltmak, yanıltmak
1- Teachers put out from class the naughty students.
Öğretmenler, yaramaz öğrencileri sınıftan dışarı çıkarırlar.
2- Put out the lights.
Işıkları söndürün.
3- He was very much put out by the loss of his wallet.
O, cüzdanının kaybolmasına çok üzüldü.
Put before: Konuyu birine açmak, birinin önüne sermek
Put your problem before your father clearly.
Konuyu açıkça babanızın bilgisine sunun.
Put through: Bir işi yerine getirmek, neticelendirmek
If you can put through this business then you’ll get promotion.
Eğer bu ticari işlemi yerine getirirseniz terfi edeceksiniz.
Put together: Bir araya getirmek, birleştirmek, bitiştirmek, çatmak
He put together the pieces of my radio.
O, radyomun parçalarını biraraya getirdi.
Put up with: Katlanmak, tahammül etmek
I can’t put up with you anymore.
Size daha fazla katlanamayacağım.
Put up:
1) Kaldırmak, yukarıya koymak
2) Arttırmak
3) Dikmek, kurmak, inşa etmek
4) Adaylığını koymak, aday göstermek, aday olmak
1- Put up your hands.
Ellerinizi yukarıya kaldırın.
2- They always put the prices up.
Fiyatları devamlı arttırıyorlar.
3- They put up new houses.
Yeni evler inşa ettiler.
4- He put up for the new election.
O, yeni seçim için adaylığını koydu.
Yorumlar
Yorum Gönder